Yazar "Saban, Gaye" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 8 / 8
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe 3D FOOD PRINTING APPLICATIONS RELATED TO DYSPHAGIA: CURRENT SITUATION ANALYSIS(2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, GayeDysphagia, a stroke-related condition causing disrupted swallowing, can lead to fatal consequences like suffocation and pneumonia, particularly in the elderly (1). Texture-modified foods are a part of medical nutrition therapy in dysphagia (2). Restriction resulting from limited food options (the texture of many foods cannot be changed) brings the risk of malnutrition. Malnutrition is particularly risky in the geriatric population (3). 3D food printing, a new technology, has the potential to enhance the attractiveness and consumability of textured foods, potentially aiding in increased food intake in individuals with dysphagia (4). With extrusion-based printing, protein (pork and beef) and vegetable products (peas, carrots, and bok choy) were 3D-printed in accordance with the texture categories recommended by the International Dysphagia Diet Standardisation Initiative (IDDSI) (5). Another exciting development in this technological process is 4D food printing, which can make foods more consumable by providing color change and flavor release (6). On the other hand, the ultra-processed nature of 3D-printed foods poses a nutritional concern as it negatively impacts food digestion and the gut microbiome. There are approaches to address this concern, such as the addition of probiotics and hydrocolloids increase the viscosity of gastric content in foods (4). The fact that it is not known how multiple processes, including freeze-drying, cooking, crushing, mashing, pureeing, sieving, and extrusion, affect the nutrient content, digestibility, and health of the consumer's gut microbiome when 3D printed food is produced brings many uncertainties and concerns. More research on 3D food printing is needed to address health concerns.Öğe Astaksantinin kognitif fonksiyonlar ve nörodejenerasyon üzerine etkisi(Nuh Naci Yazgan Ulusal Sağlık Bilimleri Kongresi, 2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, GayeAmaç: Oksidatif stres; nörodejenerasyon, bilişsel yaşlanma ve kognitif fonksiyonlarda zayıflamaya neden olan önemli bir risk faktördür. Antioksidan besinler, oksidatif stresten kaynaklanan hasara karşı koruyucu özellik göstermektedir. Astaksantin hem in vitro hem de in vivo çalışmalarda bilişsel işlev için faydaları belirlenmiş oldukça güçlü bir antioksidandır. Antioksidan özelliği dolayısıyla, bilişsel fonksiyona odaklanan astaksantin araştırmaları son zamanlarda oldukça dikkat çeker hâle gelmiştir (1). Bu bildiride, astaksaninin kognitif fonksiyonlar ve nörodejenerasyon üzerindeki etkisi özetlenmiştir. Ana metin: Astaksantin, tetraterpenoidler olarak bilinen fitokimyasallar sınıfına ait bir karotenoiddir (2). En güçlü karotenoidlerden biri olan astaksantinin ?-tokoferol gibi benzer kimyasal yapıdaki antioksidanlarla karşılaştırıldığında üstün derecede radikal absorbe etme kabiliyeti olduğu bilinmektedir (2,3). Doğal astaksantin kaynakları arasında kırmızı maya, karides, somon, kabuklu hayvan yan ürünleri ve bazı yeşil alg türleri bulunmaktadır (4). Astaksantinin kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkileri Astaksantinin epizodik (görsel ve sözel uyaranlar) ve kısa süreli bellek, işlem hızı ve dikkat süresi dâhil olmak üzere insanlarda bilişsel işlevin çeşitli yönleriyle ilişkisi araştırılmıştır (5,6,7). Belleğe yönelik gerçekleştirilen bir çalışmada, "beş dakika sonra hatırlanan kelimeler" ile ilişkili hafıza testinin sonuçları değerlendirilmiş ve astaksantin takviyesi alan grubun bilişsel işlevlerinde anlamlı (p<0.05), pozitif farklılık olduğu saptanmıştır (5).İşlem hızı ve dikkat süresini ölçmeye yönelik gerçekleştirilen bir diğer çalışmada, katılımcılara bilgisayar temelli bir labirent oyunu oynatılmıştır ve astaksantin takviyesi alan grubun oyun skorlarının daha başarılı (p<0.05) olduğu gözlemlenmiştir (6). Astaksantinin nörodejenerasyon ve nörolojik hastalıklar üzerindeki etkisi Astaksantinin nöroproteksiyon için faydalı ve nörodejenerasyonun önlenmesine yardımcı olduğu düşünülmektedir (8). Hem in vivo hem de in vitro araştırmalar, astaksantinin nöronal apoptoz üzerinde olumlu etkileri olduğunu göstermiştir (9). Hücre ölümü olarak adlandırılan nöronal apoptoz, hücresel dönüşüm ve immün sistemin işleyişi için gereklidir (10). Buna karşın, patolojik koşullar altında bozulmuş apoptik sürecin bilişsel hastalıklara neden olduğu düşünülmektedir (11). Örneğin; oksidatif stres, serbest radikal üretimi ve eksitotoksisiteye yol açarak nöronal apoptoz sürecini bozabilir. Parkinson ve Alzheimer gibi yaş ile ilgili nörodejeneratif hastalıklarda bu tabloya sıklıkla rastlanılmaktadır (12,13). Bu durumda, astaksantin bazlı müdahaleler tedavi için bir alternatif olabilir. Astaksantinin, Parkinson ile ilişkili nöroblastoma hücre hattı (SH-SY5Y) üzerindeki etkisini inceleyen araştırmalar, mitokondriyel koruma ve antioksidan özelliği sayesinde nöronal apoptoz sürecini pozitif yönde etkilediğini saptamıştır (14,15,16). Astaksantinin olumlu etkisinin olabileceği bir diğer nörodejeneratif hastalığın Alzheimer olduğu düşünülmektedir. Astaksantinin antioksidan özelliği ile belirli demans türlerinde düzeyi artan fosfolipid hidroperoksit (PLOOH) düzeyini düşürdüğü ve Alzheimera karşı koruyucu özellik gösterdiği varsayılmaktadır (17). Sonuç: Astaksantinin kognitif fonksiyonların farklı yönlerine, özellikle de epizodik bellek, işlem hızı ve dikkat süresi üzerine olumlu etkileri bulunmaktadır. Nöroproteksiyon ve nörodejenerasyon üzerindeki olumlu etkileri ise Parkinson ve Alzheimer gibi sık görülen nörodejeneratif hastalıklarda terapötik etkisinin olabileceğini düşündürmektedir. Bununla birlikte, astaksantinin insanlarda kognitif fonksiyonlar ve nörodejenerasyon üzerindeki etkilerini araştıran daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. İlgili araştırmalar gerçekleştirilirken araştırma yöntemi, örneklem popülasyonu, bilişsel test etkinliği, astaksantin dozu-süresi ve takviye kalitesi gibi hususlar daha detaylı irdelenmelidir.Öğe GEBELİKTE GÖRÜLEBİLEN BİR YEME DAVRANIŞI BOZUKLUĞU TÜRÜ: PREGOREKSİYA(2024) Saban, Gaye; Küçükkatırcı Baykan, HürmetGebelik sırasında kadınlar vücut ağırlıklarında hızlı artışlar yaşamaktadır ve birçok gebe kadın gebelik boyunca yaşadığı bedensel değişikliklere, vücut ağırlığı artışına karşı olumsuz duygular geliştirmektedir. Literatürdeki çalışmalar, gebelik sırasında depresyon, anksiyete gibi ruhsal bozuklukların anlamlı düzeyde daha yaygın görüldüğünü raporlamaktadır. Bahsedilen ruhsal bozuklukları da içeren Pregoreksiya, kadınlarda hamilelik ve doğum sonrası dönemde ortaya çıkan bir yeme davranışı bozukluğudur. Bulguları; diyet kısıtlamaları, telafi edici davranışlar (kendi kendine kusma, diüretik veya müshil kullanımı gibi) ve doğumdan önce ve sonra aşırı egzersiz yapma ile karakterizedir; hastaların hepsi vücut ağırlığı ve şeklini kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Pregoreksiyanın yaygınlığı konusunda bir fikir birliği yoktur ve farklı çalışmalara göre prevalansı %0,6 ile %27,8 arasında değişmektedir. Pregoreksiyanın yanlış ve gecikmiş tanısı; gebe kadınlarda fiziksel sağlığın bozulması, fetal süreçte büyümenin olumsuz etkilenmesi gibi gebelik üzerinde olumsuz etkilere yol açabilmektedir. Dehidratasyon ve kardiyovasküler işlev bozukluğu da pregoreksiyalı gebe kadınların karşılaştığı riskler arasında yer almaktadır. Pregoreksiyanın sonuçları arasında; spontan abortus, erken doğum, omfalosel ve gastroşizis gibi fetal rahatsızlıklar ve anensefali dahil nöral tüp defektleri bulunmaktadır. Pregoreksiyada erken tanı ve müdahaleyi kolaylaştırmak amacıyla beslenme uzmanları, psikolog ve jinekologlardan alınan perinatal danışmanlık önem taşımaktadır. Gebelikte veya doğum sonrası dönemde yeme davranışı bozukluklarından şüphelenilen durumlarda, hastanın kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi oldukça önemlidir. Bu değerlendirme; ağırlık ve boy dalgalanmalarının geçmişi, yeme davranışı kalıpları (kalori kısıtlaması, öğün atlama, kompulsif aşırı yeme, çiğneme ve tükürme), telafi edici davranışlar ve diğer ağırlık yönetimi stratejileri (aşırı egzersiz, kendi kendine kusma, diüretik ve müshillerin kötüye kullanımı, ağırlık kaybı ilaçlarının kullanımı) gibi faktörleri kapsamalıdır.Öğe Gece Yeme Sendromu, Uyku Kalitesi ve Kronotip Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi(Acıbadem Üniversitesi, 2023) Saban, Gaye; Geçgel, Seda; Küçükkatırcı Baykan, HürmetAmaç: Bu çalışma; üniversite öğrencilerinde gece yeme sendromu (GYS) ile uyku kalitesi ve kronotip arasın daki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kesitsel ve tanımlayıcı tipte planlanan araştırma, 2021-2022 yılı Şubat ile Haziran ayları arasında Kapadokya Üniversitesi’nde öğrenim gören ve çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 570 (429 kız,141 erkek) öğrenci ile yürütülmüştür. Araştırmada öğrencilerin sosyodemografik özellikleri, uyku kaliteleri, kronotipleri ve gece yeme durumları incelenmiştir. Öğrencilerin sosyodemografik özellikleri anket formu ile yüz yüze görüşme yöntemi sonucunda elde edilmiştir. Öğrencilerin antropometrik ölçümleri (vücut ağırlığı, boy uzunluğu, bel-kalça, boyun çevresi) araştırmacılar tarafından tekniğine uygun bir şekilde alınmıştır. Uyku kalitesi “Pittsburgh Uyku Kalitesi (PUKİ)”, kronotip “Morningness-Eveningness Questionnaire (MEQ)” ölçeği ile, gece yeme sendromu ise “Gece Yeme Anketi (GYA)” ile değerlendirilmiştir. Çalışma için Kapadokya Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Kurul Onayı (Karar No: 22.05) alınmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan öğrencilerin yaş ortalaması 21.20±1.34 yıl, ortalama BKİ’si 22.67±3.74 kg/ m2’dir. Katılımcıların %82.8’inde (n=472) gece yeme sendromu bulunmakta, %17.2’sinde (n=98) bulunma maktadır. Kronotip sınıflandırmasına göre katılımcıların %24.9’u (n=142) akşamcıl, %67.2’si (n=383) ara ve %7.9’u (n=45) sabahçıl tiptir. PUKİ değerlendirmesine göre katılımcıların %60.5’inin (n=345) uyku kalitesi iyi, %39.5’inin (n=225) uyku kalitesi kötüdür. Gece yeme anketinden alınan puan arttıkça PUKİ’den alınan puan da anlamlı olarak (r=0.380, p<0.001) artmaktadır. Bu sonuç, GYS olan bireylerde uyku kalitesinin kötü olduğu anlamına gelmektedir. GYS ile kronotip arasında anlamlı ilişki saptanamamıştır. PUKİ ile MEQ arasında ise düşük düzeyde, anlamlı negatif korelasyon saptanmıştır (r=-0.136, p<0.05). Bu sonuç, uyku kalitesi düştükçe kişilerin akşamcıl tipe geçtiğini ifade etmektedir. Sonuç: Gece yeme sendromu olan bireylerde, uyku kalitesinde düşüş ve akşamcıl kronotipe geçiş gözlenmek tedir. GYS obezite başta olmak üzere birçok sağlık problemini beraberinde getiren özellikle genç popülasyon da sık görülen bir yeme davranışı bozukluğudur. Sağlık açısından olumsuz etkilere yol açan, beraberinde uyku kalitesi ve sirkadiyen ritim bozukluklarına sebep olan gece yeme sendromunun önlenmesi için bilinçlendirme ve farkındalık çalışmalarına öncelik verilmelidir.Öğe SÜRDÜRÜLEBİLİR BESLENMEDE ALTERNATİF PROTEİN KAYNAĞI: MİKROALGLER(2024) Saban, Gaye; Küçükkatırcı Baykan, HürmetDünya nüfusu hızla artmaktadır ve 2050 yılına kadar 10 milyara ulaşması beklenen küresel nüfusun, artan gıda talebini karşılamada yetersiz kalacağı öngörülmektedir. Besin üretimi, öngörülen talebi karşılamaya yetmeyecek bu durum sonucunda ise bireyler alternatif protein kaynağı besinlere ihtiyaç duyacaktır (1). Protein biyoyararlanımı açısından ilk sırada yer alan kırmızı etlerin aşırı tüketimi; ekosistem dengesizliklerine, su kaynaklarının tükenmesine ve olumsuz sağlık etkilerine yol açmaktadır. Hayvansal kaynaklı etlerin aşırı tüketimi aynı zamanda küresel ısınma ve iklim değişikliğinin de %30'undan sorumludur. Hayvancılığın olumsuz çevresel etkisi diğer gıda gruplarının çevresel etkisine kıyasla çok daha fazladır, bu durum beslenme tercihlerinin gezegenin geleceğini anlamlı ölçüde etkileyebileceğini göstermektedir (2). Bitkisel kaynaklı protein tüketimi, kardiyovasküler hastalıklar ve kanser ile ilişkili mortalite riskini önemli ölçüde azaltmaktadır (3). Bitkisel kaynaklı proteinlerin arazi kullanım ayak izi, hayvansal kaynaklı proteinlere kıyasla daha düşüktür ancak karasal bitki yetiştiriciliğinde de su kıtlığı , ekilebilir arazi mevcudiyeti, yetiştirme süreleri ve mevsimsel dalgalanmalar gibi belirli sınırlamalar mevcuttur (4). Mikroalg yetiştiriciliği karasal bitkilere kıyasla çevresel faktörlere daha az bağımlıdır. Birçok mikroalg türü farklı habitatlara uyum sağlayabilir ve çeşitli yöntemler kullanılarak yetiştirilebilir. Bu uyum sağlama yeteneği, alglerin gelecekte kolay ulaşılabilir protein kaynağı olmalarını sağlamıştır (5). Hayvansal ürünler daha yüksek seviyelerde esansiyel amino asitleri içerirken bitkisel proteinlerin amino asit dağılımında esansiyel olmayan amino asitler de yer almaktadır. Bu durum bitkisel kaynaklı proteinlerin biyoyararlanımını düşürmektedir (6,7). Çeşitli protein kaynaklarını (mantar, bitki, alg, böcek, hayvan ve laboratuvarda yetiştirilen protein) birleştiren hibrit ürünler dengeli bir protein profili sergileyerek beslenme eksikliklerini gidermek ve et analogları geliştirmek için umut verici bir çözüm sunmaktadır.Öğe Sürdürülebilir diyetler: İnsan sağlığı ve gezegen için önemi(2024) Saban, Gaye; Küçükkatırcı Baykan, HürmetAmaç: Sağlıksız beslenmenin insan sağlığına olan olumsuz etkilerinin yanı sıra çevreye olan olumsuz etkileri, son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılmakta ve dikkat çekmektedir. Gıdaların tarladan sofraya gelene kadar geçirdiği üretim ve işleme aşamasının birçoğunda doğal kaynaklar yoğun olarak kullanılmakta ve çevreye zarar verilmektedir. Örneğin; gıda üretim sürecinin sera gazı emisyonlarının %21-37'sine sebep olduğu ve küresel olarak tatlı su kaynaklarının %70'ini kullandığı bilinmektedir (1). Bu doğrultuda; hem sağlıksız beslenmeden kaynaklanan olumsuz sonuçları hem de olumsuz çevresel etkileri en aza indirebilmek amacıyla “sürdürülebilir diyet” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu bildiride, sürdürülebilir diyetlerin insan sağlığı ve gezegen üzerine etkileri özetlenmiştir. Ana Metin: Sürdürülebilir beslenme; günümüz ve gelecek nesiller için çevresel maliyetleri azaltan, kültürel olarak kabul edilebilir, kolay erişilebilir, çevre dostu, optimal ve sağlığı teşvik eden bir beslenme şeklidir. Sağlıklı ve sürdürülebilir beslenmeye yönelik mevcut öneriler; sebze, tahıl ve meyve tüketimini artırmayı, orta düzeyde yağsız et ve balık tüketimini, işlenmiş et alımını ise azaltmayı teşvik etmektedir (2). Akdeniz diyeti, gezegensel sağlık diyeti, vejetaryen-vegan dıyetler ve yeni İskandinav diyeti ise öne çıkan sürdürülebilir diyet modelleridir. Akdeniz Diyeti (AD) Gıda ve Tarım Örgütü'ne (FAO) göre "Sürdürülebilir diyetler; gıda ve beslenme güvenliğine, şimdiki ve gelecek nesiller için sağlıklı yaşama katkıda bulunan, düşük çevresel etkilere sahip diyetlerdir" (3). Bu tanım doğrultusunda; FAO; yüksek tahıl, taze meyve ve sebze tüketimi ve süt ürünleri, yumurta, et ve yüksek oranda işlenmiş gıdaların orta ila düşük tüketimi ile karakterize Akdeniz Diyetini sürdürülebilir beslenme modelinin en iyi örneği olarak kabul etmiştir. Çoğunlukla bitki bazlı olan AD, hayvansal gıdaların tüketimini içeren diğer diyetlere kıyasla daha düşük çevresel etkiye sahiptir (4). Gezegensel Sağlık Diyeti (EAT- LANCET Diyeti) FAO ve Dünya Sağlık Örgütü'ne (DSÖ) göre sağlıklı beslenme, bireylerin sağlık ve refahının tüm boyutlarını desteklediğinde sürdürülebilir olacaktır (5). Bu bağlamda, EAT-Lancet Komisyonu tarafından hem toplum hem de gezegen için iyi sağlığı hedefleyen “Gezegensel Sağlık Diyeti” sürdürülebilir beslenme modeli olarak önerilmektedir (6). Vejetaryen- Vegan Dıyetler Hayvansal kaynaklı herhangi bir gıdanın tüketilmemesi tercihi, sürdürülebilirlik kapsamında kabul edilmektedir (7). Vegan diyetler, en düşük çevresel etkiye sahiptir ancak beslenme açısından yetersizlik riski taşımaktadır. Vegan ve vejetaryen olmak, besine özgü eksiklik riskinden (örneğin; B12 vitamini, demir ve esansiyel yağ asitleri eksikliği) ve takviye ihtiyacından kaçınmak için yüksek beslenme bilgisi ve disiplini gerektirir (8,9,10). Sağlık açısından bu hususa dikkat edilmelidir. Yeni İskandinav Diyeti (Nordik Diyeti) İskandinav ülkelerinde kolayca elde edilen meyveler, sebzeler, baklagiller, az yağlı süt ürünleri ve yağlı balıklar bakımından zengin bir diyet çeşididir (11). Yakın zamanlı bir meta-analizde; Nordik diyeti uygulanan popülasyonda uygulamayan popülasyona kıyasla sera gazı, toprak ve su kullanımının sırasıyla %22, %28 ve %18 oranında azaldığı ve Nordik diyetinin düşük çevresel etkiyle karakterize olduğu rapor edilmiştir (12). Sonuç: Sürdürülebilir olmayan, sağlıksız diyetler sonucunda artan kronik hastalık prevalansı toplum ve gezegen sağlığı açısından küresel bir tehdittir. Sürdürülebilir gıdaların üretimi ve dağıtımını destekleyen politikalar, sürdürülebilir diyetlerin tanıtılması ve benimsenmesi bu doğrultuda atılacak önemli adımlar arasında yer almaktadır.Öğe THE ROLE OF 3D PRINTING TECHNOLOGY IN PROVIDING FOOD SAFETY(2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, GayeIntroduction: Food security faces increasing threats from population growth, low agricultural investment, and distribution inequalities. This insecurity results from various challenges, such as diseases, technological limitations, and distribution issues, especially in vulnerable regions where conventional technologies and food safety tests may be insufficient for detecting foodborne diseases. In this sense, 3D printing technologies offer an opportunity to create portable, reliable, and low-cost sensors that can address these gaps in food safety (1). Main Text: 3D-printed sensors play a critical role in sectors like agriculture (2,3), water safety (4,5), food processing (6,7), and handling, where there is a need for reliable and affordable tools to detect food safety threats. Particularly in vulnerable areas, the need for portable and cost-effective devices to identify such threats has driven innovation in this field (1). These devices can detect not only food security but also health risks associated with food contamination. Additionally, they can detect toxic substances in water, which is crucial for preventing health issues caused by waterborne contamination (1). Fresh produce, including meat, vegetables, fruits, and dairy, is prone to contamination that is not visible to the naked eye. Using sensors with colorimetric indicators on product packaging could alert consumers to potential food spoilage, helping them use items within their shelf life and lowering the risk of food poisoning. In addition, this technology has the potential to be used on an industrial level in product collection, processing, packaging, and distribution processes, with devices and sensors that can be used in large-scale agricultural fields (1). Conclusion: 3D printing sensors that can be integrated into systems have great potential to improve food safety with their flexible and customizable nature. As the challenges of using 3D printing technologies in large-scale production are solved, innovations focusing on food production and safety will pave the way.Öğe Üniversite Öğrencilerinde Gece Yeme Sendromu, Uyku Kalitesi ve Kronotip Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi(İstanbul Gelişim Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, Gaye; Geçgel, SedaAmaç: Bu çalışma; üniversite öğrencilerinde gece yeme sendromu, uyku kalitesi ve kronotip arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Yöntem: Kesitsel tipte planlanan çalışma, 2022 yılı Nisan ile Haziran ayları arasında Kapadokya Üniversitesinde öğrenim gören ve çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 570 (429 kız, 141 erkek) öğrenci ile yürütülmüştür. Çalışmada öğrencilerin sosyodemografik özellikleri, antropometrik ölçümleri, uyku kaliteleri, kronotipleri, gece yeme durumları ve besin tüketim sıklıkları incelenmiştir. Uyku kalitesi “Pittsburgh Uyku Kalitesi (PUKİ)”, kronotip “Morningness-Eveningness Questionnaire (MEQ)” ölçeği ile, gece yeme sendromu ise “Gece Yeme Anketi (GYA)” ile değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya katılan öğrencilerin yaş ortalaması 21,20±1,34 yıldır. Öğrencilerin PUKİ puanı ortancası 7 (1-17)’dir. PUKİ sınıflandırmasına göre öğrencilerin %60,5’inin (n=345) uyku kalitesi kötü, %39,5’inin (n=225) uyku kalitesi iyidir. Öğrencilerin MEQ puanı ortancası 53 (20-80)’dir. Kronotip sınıflandırmasına göre katılımcıların %24,9’u (n=142) akşamcıl, %67,2’si (n=383) ara ve %7,9’u (n=45) sabahçıl tiptir. Öğrencilerin GYA’dan aldıkları puan ortancası 27 (12-42)’dir. Katılımcıların %82,8’inde (n=472) gece yeme sendromu bulunurken, %17,2’sinde (n=98) gece yeme sendromu bulunmamaktadır. PUKİ ile MEQ arasında negatif yönde, anlamlı (r=-0,136, p<0,05); PUKİ ile GYA arasında pozitif yönde, anlamlı (r=0,380, p<0,001); GYA ile MEQ arasında negatif yönde, anlamlı ilişki saptanmıştır (r=-0,118, p<0,05). Sonuç: Sonuç olarak, öğrencilerin uyku kaliteleri düştükçe kronotipleri akşamcıl tipe geçmekte akşamcıl kronotipe sahip öğrencilerde ise gece yeme sendromu daha sık görülmektedir. Bu döngü sıklıkla tekrarlanmakta bireysel ve halk sağlığı bazında birçok sağlık riskini de beraberinde getirmektedir. Farkındalık ve bilgilendirme çalışmalarının bu sorunun önüne geçilmesinde önemli bir unsur olduğu düşünülmektedir.