BD - Bildiri Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Listeleniyor 1 - 20 / 27
Öğe SÜRDÜRÜLEBİLİR BESLENME VE SERA GAZI EMİSYONLARI: DİYET MODELLERİNİN ÇEVRE VE SAĞLIK ÜZERİNE ETKİSİ(2025) Öçal, Kübra; Küçükkatırcı Baykan, HürmetKüresel nüfus artışı, sanayileşme ve şehirleşme gibi faktörler çevresel degradasyona neden olarak ekolojik dengeyi tehdit etmektedir. Gıda sistemleri, sera gazı emisyonları ve doğal kaynak kullanımı (su - arazi kullanımı) bu süreçte rol oynayan başlıca unsurlardır. Gıda sistemleri kapsamında; besinlerin üretim, işleme, taşıma ve tüketim aşamalarında meydana gelen çevresel etkiler sürdürülebilir beslenme kavramının önemine dikkat çekmiştir. Özellikle hayvansal kaynaklı besinlerin üretimi ve tüketimi yüksek sera gazı emisyonuna yol açarken, bitkisel bazlı beslenme modelleri çevresel sürdürülebilirliği ve sağlığı desteklemektedir. Bitkisel bazlı beslenme makro besin içeriği bakımından; kompleks karbonhidratlar, daha düşük miktarda doymuş yağ ve bitkisel bazlı proteinlerden zenginken aynı zamanda mikro besinler ve biyoaktif bileşenler için de iyi bir kaynaktır. Bu doğrultuda birçok farklı diyet modeli geliştirilmiştir. Özet bildiri çalışmasında, farklı diyet modellerinin sera gazı emisyonları üzerindeki etkileri ele alınmış, sürdürülebilir beslenmenin çevresel etkileri ve sağlık boyutları incelenmiştir. Bitkisel bazlı besinler ve düşük çevresel etkileri ile ön plana çıkan Akdeniz diyeti, kardiyovasküler hastalık ve metabolik sendrom riskini azaltmaktadır. Hipertansiyonu durdurmak için diyetsel yaklaşımlar (Dietary approaches to stop hypertension-DASH), düşük sodyum, yüksek potasyum içeriğiyle hipertansiyon ve ilişkili kronik hastalıklarda koruyucu etki göstermektedir. Yeni Nordik diyeti, yerel ve organik besinlerin tüketimini destekleyerek olumsuz ekolojik etkiyi azaltmakta, vejetaryen ve vegan diyetler hayvansal ürünlerin tüketimini sınırlandırarak sera gazı emisyonunu düşürmektedir Flexitarian diyet, hayvansal gıdaların tüketimini sınırlayarak çevresel sürdürülebilirliği desteklerken, dengeli beslenme ilkeleri sayesinde sağlık üzerinde olumlu etkiler sağlamaktadır. Son olarak çift piramit beslenme modeli, insan ve çevre sağlığı arasındaki ilişkiyi ele alarak sıklıkla tüketimi önerilen besinlerin daha az çevresel etkiye, daha nadir tüketilmesi önerilen besinlerin ise daha yüksek çevresel etkiye sahip olduğunu gösteren bir ters orantı modellemesidir. Araştırmalar, mevcut neslin beslenme alışkanlıklarının gelecek neslin sağlıklı besine erişiminde belirleyici olduğunu ve sürdürülebilir beslenmenin temelini bitkisel bazlı diyetlerin oluşturduğunu vurgulamaktadır. Bu alanda daha kapsamlı veri elde edilmesi, gelecekteki çalışmalar için önemli bir gerekliliktir.Öğe NADİR METABOLİK HASTALIKLARDA TIBBİ BESLENME TEDAVİSİ: METİL MALONİK ASİDEMİ OLGU SUNUMU(2025) Küçükkatırcı Baykan, HürmetBu olgu sunumunda metil malonik asidemi tanılı hastanın hikayesine, kullandığı ilaçlara, kantitatif plazma aminoasit değerlerine, rutin takiplerine ve hastaya önerilen tıbbi beslenme tedavisine yer verilmiştir.Öğe Glikojen Depo Hastalığı Tip Iııa: Olgu Sunumu(2024) Demir, Rana Nur; Güneş Şahin, Gülşah; Küçükkatırcı Baykan, HürmetBu özet bildiride, GDH Tip-IIIa ve klinefelter tanısı olan erkek hastanın tıbbi beslenme tedavisinin düzenlenmesi, hastalık semptomlarının azaltılması ve optimal büyüme-gelişmenin sağlanması için önerilen tıbbi beslenme tedavisine yer verilmiştir.Öğe Nadir’i Fark Et: İzole Sülfit Oksidaz Eksikliği Olgu Sunumu(2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Çilce, Allı; Aydın, Zeynep Denizİzole sülfit oksidaz eksikliği (ISOD) nadir görülen, otozomal çekinik geçişli, sülfür içeren amino asit metabolizması bozukluğudur. Bu olgu sunumunda, ISOD tanılı hastaya önerilen tıbbi beslenme tedavisine yer verilmiştir.Öğe GEBELİKTE GÖRÜLEBİLEN BİR YEME DAVRANIŞI BOZUKLUĞU TÜRÜ: PREGOREKSİYA(2024) Saban, Gaye; Küçükkatırcı Baykan, HürmetGebelik sırasında kadınlar vücut ağırlıklarında hızlı artışlar yaşamaktadır ve birçok gebe kadın gebelik boyunca yaşadığı bedensel değişikliklere, vücut ağırlığı artışına karşı olumsuz duygular geliştirmektedir. Literatürdeki çalışmalar, gebelik sırasında depresyon, anksiyete gibi ruhsal bozuklukların anlamlı düzeyde daha yaygın görüldüğünü raporlamaktadır. Bahsedilen ruhsal bozuklukları da içeren Pregoreksiya, kadınlarda hamilelik ve doğum sonrası dönemde ortaya çıkan bir yeme davranışı bozukluğudur. Bulguları; diyet kısıtlamaları, telafi edici davranışlar (kendi kendine kusma, diüretik veya müshil kullanımı gibi) ve doğumdan önce ve sonra aşırı egzersiz yapma ile karakterizedir; hastaların hepsi vücut ağırlığı ve şeklini kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Pregoreksiyanın yaygınlığı konusunda bir fikir birliği yoktur ve farklı çalışmalara göre prevalansı %0,6 ile %27,8 arasında değişmektedir. Pregoreksiyanın yanlış ve gecikmiş tanısı; gebe kadınlarda fiziksel sağlığın bozulması, fetal süreçte büyümenin olumsuz etkilenmesi gibi gebelik üzerinde olumsuz etkilere yol açabilmektedir. Dehidratasyon ve kardiyovasküler işlev bozukluğu da pregoreksiyalı gebe kadınların karşılaştığı riskler arasında yer almaktadır. Pregoreksiyanın sonuçları arasında; spontan abortus, erken doğum, omfalosel ve gastroşizis gibi fetal rahatsızlıklar ve anensefali dahil nöral tüp defektleri bulunmaktadır. Pregoreksiyada erken tanı ve müdahaleyi kolaylaştırmak amacıyla beslenme uzmanları, psikolog ve jinekologlardan alınan perinatal danışmanlık önem taşımaktadır. Gebelikte veya doğum sonrası dönemde yeme davranışı bozukluklarından şüphelenilen durumlarda, hastanın kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi oldukça önemlidir. Bu değerlendirme; ağırlık ve boy dalgalanmalarının geçmişi, yeme davranışı kalıpları (kalori kısıtlaması, öğün atlama, kompulsif aşırı yeme, çiğneme ve tükürme), telafi edici davranışlar ve diğer ağırlık yönetimi stratejileri (aşırı egzersiz, kendi kendine kusma, diüretik ve müshillerin kötüye kullanımı, ağırlık kaybı ilaçlarının kullanımı) gibi faktörleri kapsamalıdır.Öğe THE ROLE OF 3D PRINTING TECHNOLOGY IN PROVIDING FOOD SAFETY(2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, GayeIntroduction: Food security faces increasing threats from population growth, low agricultural investment, and distribution inequalities. This insecurity results from various challenges, such as diseases, technological limitations, and distribution issues, especially in vulnerable regions where conventional technologies and food safety tests may be insufficient for detecting foodborne diseases. In this sense, 3D printing technologies offer an opportunity to create portable, reliable, and low-cost sensors that can address these gaps in food safety (1). Main Text: 3D-printed sensors play a critical role in sectors like agriculture (2,3), water safety (4,5), food processing (6,7), and handling, where there is a need for reliable and affordable tools to detect food safety threats. Particularly in vulnerable areas, the need for portable and cost-effective devices to identify such threats has driven innovation in this field (1). These devices can detect not only food security but also health risks associated with food contamination. Additionally, they can detect toxic substances in water, which is crucial for preventing health issues caused by waterborne contamination (1). Fresh produce, including meat, vegetables, fruits, and dairy, is prone to contamination that is not visible to the naked eye. Using sensors with colorimetric indicators on product packaging could alert consumers to potential food spoilage, helping them use items within their shelf life and lowering the risk of food poisoning. In addition, this technology has the potential to be used on an industrial level in product collection, processing, packaging, and distribution processes, with devices and sensors that can be used in large-scale agricultural fields (1). Conclusion: 3D printing sensors that can be integrated into systems have great potential to improve food safety with their flexible and customizable nature. As the challenges of using 3D printing technologies in large-scale production are solved, innovations focusing on food production and safety will pave the way.Öğe SÜRDÜRÜLEBİLİR BESLENMEDE ALTERNATİF PROTEİN KAYNAĞI: MİKROALGLER(2024) Saban, Gaye; Küçükkatırcı Baykan, HürmetDünya nüfusu hızla artmaktadır ve 2050 yılına kadar 10 milyara ulaşması beklenen küresel nüfusun, artan gıda talebini karşılamada yetersiz kalacağı öngörülmektedir. Besin üretimi, öngörülen talebi karşılamaya yetmeyecek bu durum sonucunda ise bireyler alternatif protein kaynağı besinlere ihtiyaç duyacaktır (1). Protein biyoyararlanımı açısından ilk sırada yer alan kırmızı etlerin aşırı tüketimi; ekosistem dengesizliklerine, su kaynaklarının tükenmesine ve olumsuz sağlık etkilerine yol açmaktadır. Hayvansal kaynaklı etlerin aşırı tüketimi aynı zamanda küresel ısınma ve iklim değişikliğinin de %30'undan sorumludur. Hayvancılığın olumsuz çevresel etkisi diğer gıda gruplarının çevresel etkisine kıyasla çok daha fazladır, bu durum beslenme tercihlerinin gezegenin geleceğini anlamlı ölçüde etkileyebileceğini göstermektedir (2). Bitkisel kaynaklı protein tüketimi, kardiyovasküler hastalıklar ve kanser ile ilişkili mortalite riskini önemli ölçüde azaltmaktadır (3). Bitkisel kaynaklı proteinlerin arazi kullanım ayak izi, hayvansal kaynaklı proteinlere kıyasla daha düşüktür ancak karasal bitki yetiştiriciliğinde de su kıtlığı , ekilebilir arazi mevcudiyeti, yetiştirme süreleri ve mevsimsel dalgalanmalar gibi belirli sınırlamalar mevcuttur (4). Mikroalg yetiştiriciliği karasal bitkilere kıyasla çevresel faktörlere daha az bağımlıdır. Birçok mikroalg türü farklı habitatlara uyum sağlayabilir ve çeşitli yöntemler kullanılarak yetiştirilebilir. Bu uyum sağlama yeteneği, alglerin gelecekte kolay ulaşılabilir protein kaynağı olmalarını sağlamıştır (5). Hayvansal ürünler daha yüksek seviyelerde esansiyel amino asitleri içerirken bitkisel proteinlerin amino asit dağılımında esansiyel olmayan amino asitler de yer almaktadır. Bu durum bitkisel kaynaklı proteinlerin biyoyararlanımını düşürmektedir (6,7). Çeşitli protein kaynaklarını (mantar, bitki, alg, böcek, hayvan ve laboratuvarda yetiştirilen protein) birleştiren hibrit ürünler dengeli bir protein profili sergileyerek beslenme eksikliklerini gidermek ve et analogları geliştirmek için umut verici bir çözüm sunmaktadır.Öğe 3D FOOD PRINTING APPLICATIONS RELATED TO DYSPHAGIA: CURRENT SITUATION ANALYSIS(2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, GayeDysphagia, a stroke-related condition causing disrupted swallowing, can lead to fatal consequences like suffocation and pneumonia, particularly in the elderly (1). Texture-modified foods are a part of medical nutrition therapy in dysphagia (2). Restriction resulting from limited food options (the texture of many foods cannot be changed) brings the risk of malnutrition. Malnutrition is particularly risky in the geriatric population (3). 3D food printing, a new technology, has the potential to enhance the attractiveness and consumability of textured foods, potentially aiding in increased food intake in individuals with dysphagia (4). With extrusion-based printing, protein (pork and beef) and vegetable products (peas, carrots, and bok choy) were 3D-printed in accordance with the texture categories recommended by the International Dysphagia Diet Standardisation Initiative (IDDSI) (5). Another exciting development in this technological process is 4D food printing, which can make foods more consumable by providing color change and flavor release (6). On the other hand, the ultra-processed nature of 3D-printed foods poses a nutritional concern as it negatively impacts food digestion and the gut microbiome. There are approaches to address this concern, such as the addition of probiotics and hydrocolloids increase the viscosity of gastric content in foods (4). The fact that it is not known how multiple processes, including freeze-drying, cooking, crushing, mashing, pureeing, sieving, and extrusion, affect the nutrient content, digestibility, and health of the consumer's gut microbiome when 3D printed food is produced brings many uncertainties and concerns. More research on 3D food printing is needed to address health concerns.Öğe Sürdürülebilir diyetler: İnsan sağlığı ve gezegen için önemi(2024) Saban, Gaye; Küçükkatırcı Baykan, HürmetAmaç: Sağlıksız beslenmenin insan sağlığına olan olumsuz etkilerinin yanı sıra çevreye olan olumsuz etkileri, son yıllarda yoğun bir şekilde tartışılmakta ve dikkat çekmektedir. Gıdaların tarladan sofraya gelene kadar geçirdiği üretim ve işleme aşamasının birçoğunda doğal kaynaklar yoğun olarak kullanılmakta ve çevreye zarar verilmektedir. Örneğin; gıda üretim sürecinin sera gazı emisyonlarının %21-37'sine sebep olduğu ve küresel olarak tatlı su kaynaklarının %70'ini kullandığı bilinmektedir (1). Bu doğrultuda; hem sağlıksız beslenmeden kaynaklanan olumsuz sonuçları hem de olumsuz çevresel etkileri en aza indirebilmek amacıyla “sürdürülebilir diyet” kavramı ortaya çıkmıştır. Bu bildiride, sürdürülebilir diyetlerin insan sağlığı ve gezegen üzerine etkileri özetlenmiştir. Ana Metin: Sürdürülebilir beslenme; günümüz ve gelecek nesiller için çevresel maliyetleri azaltan, kültürel olarak kabul edilebilir, kolay erişilebilir, çevre dostu, optimal ve sağlığı teşvik eden bir beslenme şeklidir. Sağlıklı ve sürdürülebilir beslenmeye yönelik mevcut öneriler; sebze, tahıl ve meyve tüketimini artırmayı, orta düzeyde yağsız et ve balık tüketimini, işlenmiş et alımını ise azaltmayı teşvik etmektedir (2). Akdeniz diyeti, gezegensel sağlık diyeti, vejetaryen-vegan dıyetler ve yeni İskandinav diyeti ise öne çıkan sürdürülebilir diyet modelleridir. Akdeniz Diyeti (AD) Gıda ve Tarım Örgütü'ne (FAO) göre "Sürdürülebilir diyetler; gıda ve beslenme güvenliğine, şimdiki ve gelecek nesiller için sağlıklı yaşama katkıda bulunan, düşük çevresel etkilere sahip diyetlerdir" (3). Bu tanım doğrultusunda; FAO; yüksek tahıl, taze meyve ve sebze tüketimi ve süt ürünleri, yumurta, et ve yüksek oranda işlenmiş gıdaların orta ila düşük tüketimi ile karakterize Akdeniz Diyetini sürdürülebilir beslenme modelinin en iyi örneği olarak kabul etmiştir. Çoğunlukla bitki bazlı olan AD, hayvansal gıdaların tüketimini içeren diğer diyetlere kıyasla daha düşük çevresel etkiye sahiptir (4). Gezegensel Sağlık Diyeti (EAT- LANCET Diyeti) FAO ve Dünya Sağlık Örgütü'ne (DSÖ) göre sağlıklı beslenme, bireylerin sağlık ve refahının tüm boyutlarını desteklediğinde sürdürülebilir olacaktır (5). Bu bağlamda, EAT-Lancet Komisyonu tarafından hem toplum hem de gezegen için iyi sağlığı hedefleyen “Gezegensel Sağlık Diyeti” sürdürülebilir beslenme modeli olarak önerilmektedir (6). Vejetaryen- Vegan Dıyetler Hayvansal kaynaklı herhangi bir gıdanın tüketilmemesi tercihi, sürdürülebilirlik kapsamında kabul edilmektedir (7). Vegan diyetler, en düşük çevresel etkiye sahiptir ancak beslenme açısından yetersizlik riski taşımaktadır. Vegan ve vejetaryen olmak, besine özgü eksiklik riskinden (örneğin; B12 vitamini, demir ve esansiyel yağ asitleri eksikliği) ve takviye ihtiyacından kaçınmak için yüksek beslenme bilgisi ve disiplini gerektirir (8,9,10). Sağlık açısından bu hususa dikkat edilmelidir. Yeni İskandinav Diyeti (Nordik Diyeti) İskandinav ülkelerinde kolayca elde edilen meyveler, sebzeler, baklagiller, az yağlı süt ürünleri ve yağlı balıklar bakımından zengin bir diyet çeşididir (11). Yakın zamanlı bir meta-analizde; Nordik diyeti uygulanan popülasyonda uygulamayan popülasyona kıyasla sera gazı, toprak ve su kullanımının sırasıyla %22, %28 ve %18 oranında azaldığı ve Nordik diyetinin düşük çevresel etkiyle karakterize olduğu rapor edilmiştir (12). Sonuç: Sürdürülebilir olmayan, sağlıksız diyetler sonucunda artan kronik hastalık prevalansı toplum ve gezegen sağlığı açısından küresel bir tehdittir. Sürdürülebilir gıdaların üretimi ve dağıtımını destekleyen politikalar, sürdürülebilir diyetlerin tanıtılması ve benimsenmesi bu doğrultuda atılacak önemli adımlar arasında yer almaktadır.Öğe Astaksantinin kognitif fonksiyonlar ve nörodejenerasyon üzerine etkisi(Nuh Naci Yazgan Ulusal Sağlık Bilimleri Kongresi, 2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Saban, GayeAmaç: Oksidatif stres; nörodejenerasyon, bilişsel yaşlanma ve kognitif fonksiyonlarda zayıflamaya neden olan önemli bir risk faktördür. Antioksidan besinler, oksidatif stresten kaynaklanan hasara karşı koruyucu özellik göstermektedir. Astaksantin hem in vitro hem de in vivo çalışmalarda bilişsel işlev için faydaları belirlenmiş oldukça güçlü bir antioksidandır. Antioksidan özelliği dolayısıyla, bilişsel fonksiyona odaklanan astaksantin araştırmaları son zamanlarda oldukça dikkat çeker hâle gelmiştir (1). Bu bildiride, astaksaninin kognitif fonksiyonlar ve nörodejenerasyon üzerindeki etkisi özetlenmiştir. Ana metin: Astaksantin, tetraterpenoidler olarak bilinen fitokimyasallar sınıfına ait bir karotenoiddir (2). En güçlü karotenoidlerden biri olan astaksantinin ?-tokoferol gibi benzer kimyasal yapıdaki antioksidanlarla karşılaştırıldığında üstün derecede radikal absorbe etme kabiliyeti olduğu bilinmektedir (2,3). Doğal astaksantin kaynakları arasında kırmızı maya, karides, somon, kabuklu hayvan yan ürünleri ve bazı yeşil alg türleri bulunmaktadır (4). Astaksantinin kognitif fonksiyonlar üzerindeki etkileri Astaksantinin epizodik (görsel ve sözel uyaranlar) ve kısa süreli bellek, işlem hızı ve dikkat süresi dâhil olmak üzere insanlarda bilişsel işlevin çeşitli yönleriyle ilişkisi araştırılmıştır (5,6,7). Belleğe yönelik gerçekleştirilen bir çalışmada, "beş dakika sonra hatırlanan kelimeler" ile ilişkili hafıza testinin sonuçları değerlendirilmiş ve astaksantin takviyesi alan grubun bilişsel işlevlerinde anlamlı (p<0.05), pozitif farklılık olduğu saptanmıştır (5).İşlem hızı ve dikkat süresini ölçmeye yönelik gerçekleştirilen bir diğer çalışmada, katılımcılara bilgisayar temelli bir labirent oyunu oynatılmıştır ve astaksantin takviyesi alan grubun oyun skorlarının daha başarılı (p<0.05) olduğu gözlemlenmiştir (6). Astaksantinin nörodejenerasyon ve nörolojik hastalıklar üzerindeki etkisi Astaksantinin nöroproteksiyon için faydalı ve nörodejenerasyonun önlenmesine yardımcı olduğu düşünülmektedir (8). Hem in vivo hem de in vitro araştırmalar, astaksantinin nöronal apoptoz üzerinde olumlu etkileri olduğunu göstermiştir (9). Hücre ölümü olarak adlandırılan nöronal apoptoz, hücresel dönüşüm ve immün sistemin işleyişi için gereklidir (10). Buna karşın, patolojik koşullar altında bozulmuş apoptik sürecin bilişsel hastalıklara neden olduğu düşünülmektedir (11). Örneğin; oksidatif stres, serbest radikal üretimi ve eksitotoksisiteye yol açarak nöronal apoptoz sürecini bozabilir. Parkinson ve Alzheimer gibi yaş ile ilgili nörodejeneratif hastalıklarda bu tabloya sıklıkla rastlanılmaktadır (12,13). Bu durumda, astaksantin bazlı müdahaleler tedavi için bir alternatif olabilir. Astaksantinin, Parkinson ile ilişkili nöroblastoma hücre hattı (SH-SY5Y) üzerindeki etkisini inceleyen araştırmalar, mitokondriyel koruma ve antioksidan özelliği sayesinde nöronal apoptoz sürecini pozitif yönde etkilediğini saptamıştır (14,15,16). Astaksantinin olumlu etkisinin olabileceği bir diğer nörodejeneratif hastalığın Alzheimer olduğu düşünülmektedir. Astaksantinin antioksidan özelliği ile belirli demans türlerinde düzeyi artan fosfolipid hidroperoksit (PLOOH) düzeyini düşürdüğü ve Alzheimera karşı koruyucu özellik gösterdiği varsayılmaktadır (17). Sonuç: Astaksantinin kognitif fonksiyonların farklı yönlerine, özellikle de epizodik bellek, işlem hızı ve dikkat süresi üzerine olumlu etkileri bulunmaktadır. Nöroproteksiyon ve nörodejenerasyon üzerindeki olumlu etkileri ise Parkinson ve Alzheimer gibi sık görülen nörodejeneratif hastalıklarda terapötik etkisinin olabileceğini düşündürmektedir. Bununla birlikte, astaksantinin insanlarda kognitif fonksiyonlar ve nörodejenerasyon üzerindeki etkilerini araştıran daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. İlgili araştırmalar gerçekleştirilirken araştırma yöntemi, örneklem popülasyonu, bilişsel test etkinliği, astaksantin dozu-süresi ve takviye kalitesi gibi hususlar daha detaylı irdelenmelidir.Öğe NADİR HASTALIKLARDA FARKINDALIK YAŞATIR: SANDHOFF HASTALIĞI OLGU SUNUMU(2024) Çilce, Allı; Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Serçe Sarıtaş, Mümine KübraAmaç: Bu özet bildirinin amacı, Sandhoff hastalığında tıbbi beslenme tedavisi çalışmalarının yetersizliğine dikkat çekmek ve nadir hastalıklara yönelik farkındalık oluşturmaktır. Ana Metin: Sandhoff; sinir hücrelerinde ilerleyici şekilde yıkıma neden olan otozomal resesif geçişli, metabolik, nadir bir hastalıktır. Sandhoff hastalığında insan vücudunda yağ ve şekeri parçalamakla görevli hekzozominidaz A, B enzimleri eksiktir (1). Bu durum, yağın ve şekerin beyinde depolanmasına ve zamanla organların işlevlerini yitirmesine neden olmaktadır (1). Sandhoff hastalığı; yaşa bağlı olarak akut infantil, subakut juvenil ve geç başlangıçlı Sandhoff olmak üzere üç farklı tipte görülmektedir (1). Vaka: S.H.A. 2 yaş 8 aylık erkek hasta, yaşamın ilk 8 ayında belirti göstermezken, daha sonra yürüme ve hareket etmede zorlanma, otururken sabit duramama, kafasını dik tutamama ve obje takibinin olmaması gibi bulgularla epilepsi nöbeti geçirerek pediatri nöroloji servisine yönlendirilmiştir. Hastanın spontan vajinal yol ile geç miadında 2000 gr doğduğu, birinci dereceden akraba olan anne ve babanın altıncı çocuğu olduğu, baş boyun kontrolünün olmadığı ve ailenin ilk çocuğunu da akut infantil Sandhoff hastalığı nedeniyle kaybettiği öğrenilmiştir. Hastanın fizik muayenesinde vücut ağırlığı 7 kg (<3 p.), boyu 100 cm (>97 p.), baş çevresi 50 cm (50-75 p.)’dir. Hasta, son 4 ayda 2 kilo kaybetmiştir. Screening Tool for Risk on Nutritional Status and Growth-Kids (STRONG-Kids) değerlendirilmesine göre hasta yüksek malnütrisyon riski altındadır. Hasta, pediatri nöroloji servisinde tedavi görmektedir. Tıbbi beslenme tedavisi kapsamında, hastaya Fortini 1.0 Multi Fibre (3x1) başlanılmıştır. Ancak, hastanede kaldığı süreçte hastada disfaji gelişmiş ve hasta günlük olarak sadece 1 kutu enteral ürün tüketebilmiştir. Disfaji gelişen hastanın perkütan endoskopik gastrostomi (PEG) ile beslenmesine karar verilmiş ve hastanın yoğun bakım ünitesine yatışı gerçekleştirilmiştir. Hasta, yoğun bakımda takibi esnasında kusma, bradikardi, gastroenterit ve kolit şikayetleri yaşamıştır. Aspirasyon pnömonisi yaşayan hasta, bu sürecin sonunda entübe edilmiştir. Tablo 1. Hastaya Önerilen Tıbbi Beslenme Tedavisi Hastanın toplam enerji gereksinimi: (89 x ağırlık [kg] - 100)+20 = 543 kkal Enteral Beslenme (PEG) Total Parenteral Nütrisyon (TPN) (Santral ven)* Toplam enerji: 420 kkal Non-protein enerji/ Azot oranı: 190/1 Toplam enerji: 150 kkal Enteral Ürün: 150 ml Pediasure Peptit** *Hastanın mevcut enerji alımının toplam enerji gereksiniminin %55’ini karşılaması, kusma, gastroenterit, kolit ve aspirasyon şikayeti yaşaması sebebiyle hastaya ek olarak TPN önerilmiştir. ** Hidrolize protein içeriği; %70 whey, %30 kazein olan, orta zincirli yağ asitlerini (MCT) içeren malabsorbsiyon durumunda kullanılan enteral üründür. Hastanın mevcut durumunun iyiye gitmesi, gastroenterit ve kolit şikayetlerinin azalması ile birlikte enteral beslenmenin tedricen arttırılması, enteral beslenmenin toplam enerji gereksiniminin minimum %75’ini karşılaması ile birlikte TPN’nin kesilmesi planlanmaktadır. Sonuç:Akut infantil Sandhoff, hastalığının en yaygın görülen tipidir (1). Hasta infantil tipindeki klinik bulguların birçoğunu taşımaktadır. Yapılan bir çalışmada Sandhoff’lu farelere miglustat ve ketojenik diyet tedavisi uygulanmıştır (2). Bunun sonucunda, kardiyak fonksiyonlar ve nöbet kontrolünde iyileşme izlenmiştir (2). Ancak çalışmalar yeterli değildir. Nadir hastalıklara yönelik çalışmalar arttırılmalı, hastaların yaşama katılımı sağlanmalıdır. Günümüzde Sandhoff hastalığının etkin bir tedavisi bulunmamaktadır. Riskli aileler başta olmak üzere ailelere genetik danışmanlık verilmesi, prenatal tanı olanağının sağlanması ve diyetisyenlere tıbbi beslenme tedavisine yönelik eğitim verilmesi hastalığın farkındalığına yönelik atılacak adımlar arasında sayılabilir. Not: Bu vaka 13.11.2023-19.12.2023 tarihleri arasında Erciyes Üniversitesi Pediatri Nöroloji servisinden alınmıştır.Öğe PREMATÜRE BEBEKLERİN PARENTERAL BESLENMESİNDE OMEGA YAĞ ASİTLERİ(Nuh Naci Yazgan Ulusal Sağlık Bilimleri Kongresi, 2024) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Kocaoğulları, BehiceAmaç: Normal gebelik süresi, annenin son menstrüasyon tarihinden itibaren 40 haftadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 37. gestasyonel haftadan önce olan canlı doğumları “prematüre doğum” olarak adlandırmaktadır (1). Bebekler için en ideal besin anne sütüdür ve doğumdan sonra mümkün olan en kısa sürede tüm bebeklere anne sütünün verilmesi amaçlanmalıdır. Besin maddelerini oral ya da enteral yolla alamayan ve/veya bu yollardan yeterli enerji ve besin öğesi ihtiyacını karşılayamayan prematüre bebeklere ise ilk saatten itibaren total parenteral beslenme (TPN) başlanmalıdır (2). Yoğun erken TPN’nin amacı; intrauterin büyüme hızının yakalanması, bilişsel skorların iyileştirilmesi, mortalite oranının düşürülmesi, ağırlık kaybının azaltılması ve pozitif nitrojen dengesinin sağlanmasıdır (2). TPN’nin içeriğinde yer alan yağ asitleri, non-protein enerjiyi sağlayarak pozitif nitrojen dengesinin korunmasında görev alırlar (3). Bu bildiride; “Prematüre bebeklerin parenteral beslenmesinde omega yağ asitlerinin etkileri ile ilgili genel bilgiler” özetlenmiştir. Ana Metin:Prematüre bebekler, miadında doğan bebeklere kıyasla daha düşük endojen lipid deposuna sahiptirler (3). Parenteral lipid emülsiyonları; yüksek enerji, düşük hacim ve esansiyel yağ asidi içerikleri ile prematüreler için non-protein enerji kaynağıdır (4, 5). İlgili alanda gerçekleştirilen; “Preterm Bebeklerde Yüksek Erken Parenteral Lipid (HELP)” çalışmasında; çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebeklere, yüksek erken dozda parenteral lipid sağlanmasının ağırlık kaybı oranını azalttığı, büyüme geriliği riskini düşürdüğü gözlemlenmiş ve verilen lipid emülsiyonu miktarı ile büyüme arasında pozitif ilişki olduğu saptanmıştır (4). Omega-3 yağ asitleri; postnatal beyin gelişimi ve hücre metabolizmasında görevlidir (7). Dokosaheksaenoik asit (DHA) birikiminin gebeliğin son trimesterinde gerçekleşmesi sebebiyle prematüre bebek eksojen bir DHA kaynağına bağımlıdır (6). 222 prematüre bebeğin dâhil edildiği bir çalışmada, Omega-3 ile zenginleştirilmiş lipid emülsiyonu (SMOFlipid) kullanımının prematüre bebeklerde ağırlık kaybını azalttığı ve parenteral beslenme sonucu gelişebilecek karaciğer hastalığı (PNALD) ile ilişkili komplikasyonları geciktirdiği saptanmıştır (3). Omega-6 yağ asitleri, eikazonoid sentezi sürecinde lökotrien B4 üretimini uyararak proinflamatuvar etki göstermektedir (6). Bu durum, Omega-6 açısından zengin bir lipid emülsiyonunun proinflamatuar eikozanoid üretimine neden olarak oksidatif stres ve sistemik inflamasyon artışa yol açacağına dair endişeleri beraberinde getirmektedir (5). Buna ek olarak; Omega-6 yağ asitlerinin parenteral beslenme ile ilişkili kolestazda rolü olduğu ve trigliserid transportunu bozduğu bildirilmektedir (2, 7). Tekli doymamış yağ asitlerinin (MUFA) çoklu doymamış yağ asitlerinin (PUFA) yerini alması ile birlikte lipid peroksidasyonu ve inflamasyonun azalacağı düşünülmektedir (8). Yapılan bir çalışmada; zeytinyağı bazlı lipid emülsiyonunun, soya fasulyesi yağı bazlı lipid emülsiyonu ve karışık lipid emülsiyonuna karşı anti-inflamatuar etkisinin daha üstün olduğu gözlenmiştir (5). Burada atlanılmaması gereken nokta, MUFA’ların esansiyel yağ asidi içermemeleridir (9). TPN ile beslenmede esansiyel yağ asidi eksikliğinden kaçınmak için PUFA’lar muhakkak TPN içerisinde yer almalıdır (10). Sonuç:Mevcut çalışmalar, omega yağ asitleriyle ilgili çelişkili kanıtlar sunmaktadır. “Türkiye Neonatoloji Derneği Prematüre Rehberi” özellikle uzun süreli (>21 gün) parenteral beslenmede balık yağı bazlı lipid emülsiyonların kullanılması önermektedir (2). Parenteral beslenmede omega yağ asidi kaynaklarının etkilerinin net olarak belirlenebilmesi için alanda gerçekleştirilecek daha çok çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Mevcut durumda klinisyenlerin en doğru bilgi alacağı kanallar, dernekler tarafından hazırlanan kılavuzlardır.Öğe GLİKOMAKROPEPTILER FENİLKETONÜRİ TEDAVİSİ İÇİN BİR ALTERNATİF OLABİLİR Mİ? NEREDEYİZ?(İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2023) Küçükkatırcı Baykan, HürmetGiriş: Dünya genelinde 450.000 insanın fenilketonüriden (PKU) muzdarip olduğu tahmin edilmektedir (1). PKU, tedavi edilmediği takdirde geri dönüşü olmayan nörolojik hasara neden olabilen kalıtsal metabolik bir hastalıktır (1). Farmasötik tedavilerdeki gelişmeler aktif olarak devam etse de fenilalanin (PA) kısıtlı diyet hâlen en etkin tedavi yöntemidir (2). Amaç: Bu bildiri, alternatif tedavi seçeneklerinden glikomakropeptitleri tanıtmak amacıyla yazılmıştır. Klasik PKU'da, düşük PA’lı protein ikameleri diyetin protein gereksiniminin %80'ini karşılar ve metabolik stabilite-büyümeyi sağlamak için gereklidir (2). Protein ikameleri, fenilalaninsiz amino asitlerden (L-AA) veya düşük fenilalaninli peptitlerin ilave amino asitlerle (kazein glikomakropeptit:CGMP) kombinasyonundan elde edilmektedir (2). Kazein glikomakropeptitlerin protein ikamesinde ilk kullanımı 1953 yılında gerçekleşmiştir (3,4) daha sonra, üretilen preparatların sayısı ve türü katlanarak artmıştır (5). CGMP, PKU tedavisinde L-amino asitlere alternatif olarak kullanılan dü?ük fenilalaninli protein kaynağıdır, ? kazeinden elde edilir ve peynir üretimi sırasında kimozinin etkisiyle oluşan sialik asit bakımından zengin bir glikofosfopeptittir (2). Peynir altı suyu ürünlerindeki toplam proteinin %20-25'ini oluşturur ve önemli biyomodülatör özelliklere sahiptir (2). Fenilalanin, tirozin, triptofan, histidin, arginin ve sistein gibi aromatik aminoasitleri içermez (2). Aynı zamanda, metionin ve lösinden de fakirdir, ancak yüksek miktarda treonin ve izolösin içerir (2). Fenilketonüri tedavisinde protein ikamesi olarak L-AA’lara kıyasla CGMP kullanımının çeşitli potansiyel klinik faydalar sağladığı vaat etmektedir, ancak bulgular yalnızca PKU hayvan modellerinden elde edilen kanıtlarla desteklenmektedir (2). İnsan ara?tırmaları çok sınırlıdır ve uzun dönem sonuç verisi oldukça azdır (6). Ek olarak, ticari CGMP protein ikamelerinin tirozin, triptofan, histidin ve lösin dahil olmak üzere bazı L-aminoasitler ile takviye edilmesi gerekmektedir ve CGMP'nin 11 ya? ve altındaki çocuklarda kullanımının güvenliğini gösteren herhangi bir bilgi yoktur (2). ABD'de L-AA’lar yerine kullanılabilen dü?ük PA’li CGMP ürünleri mevcuttur; İngiltere ve ülkemizde reçete edilmemektedir (2). Sonuç: Mevcut bilgiler, CGMP’nin rutinde kullanımı için alanda gerçekleştirilecek daha geniş ve uzun süreli insan çalışmalarına ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir.Öğe METABOLİK HASTALIKLARIN TIBBİ BESLENME TEDAVİSİ SÜRECİNDE TELENÜTRİSYON(2023) Küçükkatırcı Baykan, HürmetTelesağlık, klinik sağlık hizmetlerini ve hasta eğitimini kolaylaştırmak amacıyla elektronik bilgi ve telekomünikasyon teknolojisinin uzaktan, etkin bir şekilde kullanılmasıdır (1). Telenütrisyon ise diyetisyenlerin hastalarının beslenme bakımını uzaktan gerçekleştirmesine olanak sağlayan bir Telesağlık yöntemidir (1). Günümüzde dünya nüfusunun oldukça büyük bir kısmının telekomünikasyon hizmetlerinden faydalanması özellikle sıkı takip isteyen hastalıklar başta olmak üzere diyetisyenlerin Telenütrisyon alanında kendilerini geliştirmesi gerekliliğini gözler önüne sermektedir. Protein, karbonhidrat ve yağ metabolizması hastalıkları pediatrik dönemde tanı alan ve ömür boyu tıbbi beslenme tedavisinin sıkı bir şekilde sürdürülmesi gereken hastalıklardır (2). Nadir hastalığa sahip bu popülasyonda diyet tedavisine uyulmadığı takdirde başta mental problemler olmak üzere birçok komorbidite ile karşılaşılmaktadır (2). Ek olarak, bu alanda çalışan uzman ve kurum sayısı sınırlı olduğu için merkezde olmayan hastaların diyetisyene erişimi zor olabilmektedir (2). Telenütrisyon hizmetlerinden doğru yararlanım özellikle bu hasta grubu için olumlu sonuçlar doğuracaktır. Pandemi sürecinde fenilketonüri hastaları ile yapılan yakın zamanlı çalışmalar; Telenütrisyon kullanımı ile hastalığın yönetiminin (boşaltma diyeti sıklığının azalması, fenilalanin değerlerinin istenilen aralıkta kalması gibi) daha kolay olduğunu saptamıştır (3,4). Stres düzeyinin oldukça arttığı pandemi ve doğal afet gibi durumlarda da iletişimin sürdürülebilmesi hastaların metabolik stabilizasyonun sağlanmasında önemli bir diğer adımdır. Hastalar ile doğrudan temas kuramama, iletişimin yalnızca sesli iletişim boyutunda kalması, ek personel ihtiyacı, tüm hastaların teknolojiye erişiminin olmaması veya teknolojiyi etkin kullanamaması gibi durumlar ise Telenütrisyonda çözüm getirilmesi gereken, dezavantajlı durumlardır (2). Dezavantajlar için geliştirilecek çözüm yolları ile birlikte Telenütrisyonun daha verimli kullanılabileceği öngörülmektedir. Birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de Telesağlık uygulamalarındaki gelişmeler yeni hız kazanmıştır (2). Ülkemizde 10 Şubat 2022’de yayınlanan “Uzaktan Sağlık Hizmetlerinin Sunumu Hakkında Yönetmelik” ile uzaktan sağlık hizmetlerinin yasal sorumlukları belirlenmiştir fakat ülkemizde henüz Telesağlık ile ilgili bir mevzuat bulunmamaktadır ve Telenütrisyonda kullanılacak uygulamalar ne yazık ki çok azdır (2). Potansiyel sağlık faydaları göz önünde bulundurularak bu alanda yapılacak çalışmalara öncelik verilmesi önerilmektedir.Öğe Gece Yeme Sendromu, Uyku Kalitesi ve Kronotip Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi(Acıbadem Üniversitesi, 2023) Saban, Gaye; Geçgel, Seda; Küçükkatırcı Baykan, HürmetAmaç: Bu çalışma; üniversite öğrencilerinde gece yeme sendromu (GYS) ile uyku kalitesi ve kronotip arasın daki ilişkiyi değerlendirmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Kesitsel ve tanımlayıcı tipte planlanan araştırma, 2021-2022 yılı Şubat ile Haziran ayları arasında Kapadokya Üniversitesi’nde öğrenim gören ve çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 570 (429 kız,141 erkek) öğrenci ile yürütülmüştür. Araştırmada öğrencilerin sosyodemografik özellikleri, uyku kaliteleri, kronotipleri ve gece yeme durumları incelenmiştir. Öğrencilerin sosyodemografik özellikleri anket formu ile yüz yüze görüşme yöntemi sonucunda elde edilmiştir. Öğrencilerin antropometrik ölçümleri (vücut ağırlığı, boy uzunluğu, bel-kalça, boyun çevresi) araştırmacılar tarafından tekniğine uygun bir şekilde alınmıştır. Uyku kalitesi “Pittsburgh Uyku Kalitesi (PUKİ)”, kronotip “Morningness-Eveningness Questionnaire (MEQ)” ölçeği ile, gece yeme sendromu ise “Gece Yeme Anketi (GYA)” ile değerlendirilmiştir. Çalışma için Kapadokya Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Kurul Onayı (Karar No: 22.05) alınmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan öğrencilerin yaş ortalaması 21.20±1.34 yıl, ortalama BKİ’si 22.67±3.74 kg/ m2’dir. Katılımcıların %82.8’inde (n=472) gece yeme sendromu bulunmakta, %17.2’sinde (n=98) bulunma maktadır. Kronotip sınıflandırmasına göre katılımcıların %24.9’u (n=142) akşamcıl, %67.2’si (n=383) ara ve %7.9’u (n=45) sabahçıl tiptir. PUKİ değerlendirmesine göre katılımcıların %60.5’inin (n=345) uyku kalitesi iyi, %39.5’inin (n=225) uyku kalitesi kötüdür. Gece yeme anketinden alınan puan arttıkça PUKİ’den alınan puan da anlamlı olarak (r=0.380, p<0.001) artmaktadır. Bu sonuç, GYS olan bireylerde uyku kalitesinin kötü olduğu anlamına gelmektedir. GYS ile kronotip arasında anlamlı ilişki saptanamamıştır. PUKİ ile MEQ arasında ise düşük düzeyde, anlamlı negatif korelasyon saptanmıştır (r=-0.136, p<0.05). Bu sonuç, uyku kalitesi düştükçe kişilerin akşamcıl tipe geçtiğini ifade etmektedir. Sonuç: Gece yeme sendromu olan bireylerde, uyku kalitesinde düşüş ve akşamcıl kronotipe geçiş gözlenmek tedir. GYS obezite başta olmak üzere birçok sağlık problemini beraberinde getiren özellikle genç popülasyon da sık görülen bir yeme davranışı bozukluğudur. Sağlık açısından olumsuz etkilere yol açan, beraberinde uyku kalitesi ve sirkadiyen ritim bozukluklarına sebep olan gece yeme sendromunun önlenmesi için bilinçlendirme ve farkındalık çalışmalarına öncelik verilmelidir.Öğe Sosyal Medya Bağımlılığının Görünüş Kaygısı ve Ortoreksiya Üzerine Etkisinin İncelenmesi(Acıbadem Üniversitesi, 2023) Küçükkatırcı Baykan, Hürmet; Şenol, VesileAmaç: Bu çalışma, sosyal medya bağımlılığı ve görünüş kaygısına bağlı yeme davranışı bozukluklarının sık görüldüğü üniversite öğrencilerinde sosyal medya bağımlılığının sosyal görünüş kaygısı ve ortoreksiya nervoza üzerine etkisini değerlendirmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Gereç-Yöntem: Kesitsel ve tanımlayıcı tipteki bu araştırma, 2020-2021 yılı bahar döneminde Kapadokya Üniversitesi’nde öğrenim gören ve çalışmaya katılmayı gönüllü olarak kabul eden 1000 (429 erkek, 571 kız) öğrenci ile yürütülmüştür. Araştırmada öğrencilerin sosyodemografik özellikleri anket formu ile yüz yüze görüşme yöntemi sonucunda elde edilmiştir. Öğrencilerin antropometrik ölçümleri (vücut ağırlığı, boy uzunluğu, bel çevresi, kalça çevresi, boyun çevresi) araştırmacılar tarafından tekniğine uygun bir şekilde alınmış ve beden kütle indeksleri (BKİ) hesaplanmıştır. Sosyal medya bağımlılığı “Sosyal Medya Bağımlılığı Ölçeği (SMBÖ) (Yetişkin Formu)”; görünüş kaygısı “Sosyal Görünüş Kaygısı Ölçeği (SGKÖ)” ve ortoreksiya nervoza ise “ORTO-11” ölçeği ile değerlendirilmiştir. Çalışma için Kapadokya Üniversitesi Bilimsel Araştırma ve Yayın Etiği Kurul Onayı (Karar No: 2019.04) alınmıştır. Bulgular: Yaş ortalaması 20.67±1.85 yıl, BKİ ortalaması 22.78±3.81 kg/m2 olan öğrencilerin “SMBÖ” puanının erkeklerde 58.09±11.36, kızlarda 57.67±12.55; “SGKÖ” puanının erkeklerde 38.80±12.63, kızlarda 35.94±13.09 ve “ORTO-11” puanının erkeklerde 24.94±4.32, kızlarda 25.80±4.33 olduğu saptanmıştır. Erkek öğrencilerde sosyal görünüş kaygısı ve ortorektik belirtilerin kız öğrencilere kıyasla anlamlı olarak daha yüksek olduğu bulunmuştur (sırasıyla p<0.001, p<0.05). Hem erkek hem kız öğrencilerde SMBÖ ile SGKÖ’den alınan puanlar arasında pozitif yönlü, zayıf ilişki saptanmıştır (sırasıyla r=0.269, p<0.001, r=0.238, p<0.001). Yalnızca erkek öğrencilerde SMBÖ’den alınan puan ile ORTO-11’den alınan puan arasında pozitif yönlü, güçlü ilişki saptanmıştır (r=0.936, p<0.001). SGKÖ ile ORTO-11 ölçeğinden alınan puanlar arasında iki cinsiyette de korelasyon saptanmamıştır. Sonuç: Sosyal medya bağımlılığı üniversite öğrencilerinde yüksek düzeydedir. Bu durumu önlemek adına sosyal medya bağımlılığına yönelik eğitim, bilgilendirme çalışmaları gibi girişimlerin bağımlılığın beraberinde getirdiği sosyal görünüş kaygısı ve yeme davranışı bozuklukları üzerine olumlu etkiler sağlayabileceği öngörülmektedir.Öğe 18-25 Yaş Arasındaki Bireylerde Yeme Farkındalığı ve Hedonik Açlık ile Antropometrik Ölçümler Arasındaki İlişkinin İncelenmesi(2023) Çalapkorur, Sema; Küçükkatırcı Baykan, Hürmet18-25 Yaş Arasındaki Bireylerde Yeme Farkındalığı ve Hedonik Açlık ile Antropometrik Ölçümler Arasındaki İlişkinin İncelenmesi AMAÇ Bu araştırma, üniversite öğrencilerinde yeme farkındalığı ve hedonik açlık ile antropometrik ölçümler arasındaki ilişkiyi saptamak amacıyla planlanmıştır.Öğe Üniversite Öğrencilerinde Posa Tüketim Düzeyleri İle Bel Çevresi Ölçümlerine İlişkin Metabolik Risk Durumları(2022) Öner, Neslihan; Yaşar Fırat, Yağmur; Küçükkatırcı, Hürmet; Borlu, ArdaBu araştırma; üniversite öğrencilerinin posa tüketimleri ile bel çevresi ölçümlerine ilişkin metabolik risk durumlarının hesaplanması amacıyla planlanıp yürütülmüştür. Çalışma 172 lisans öğrencisi ile yü rütülmüştür. Çalışmada veri toplama amacıyla katılımcıların sosyo-demografik özelliklerini sorgulayan soruları ve iki gün hafta içi, bir gün hafta sonu olmak üzere toplamda üç günlük besin tüketim kaydını içeren anket formu kullanılmıştır. Ayrıca araştırmacılar tarafından katılımcıların antropometrik ölçüm leri alınmıştır. Bel çevresi ölçümleri Dünya Sağlık Örgütü referans değerlerine göre sınıflandırılmıştır. Posa tüketim miktarları ise, üç günlük tüketim kayıtları BEBİS’e girilip ortalaması alınarak bulunmuş tur. Çalışmaya alınan öğrencilerin %22.1’i erkek ve %77.9’u kadındır. Öğrencilerin toplam günlük posa tüketim düzeyi ise 15.88±5.02 g olarak hesaplanmıştır. Tüketilen miktar TÜBER’de önerilen miktarın %64’ünü karşılamaktadır. Erkek ve kadınların posa tüketim miktarları arasında anlamlı bir farklılık bu lunmamaktadır. Bel çevresi ölçümleri ile ilişkili olarak metabolik açıdan yüksek riskli olan erkeklerin risksiz ve riskli olan erkeklere göre posa tüketim düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. Kadınlarda ise bel çevresi ölçümleri ile ilişkili metabolik risk durumlarına göre posa tüketim düzeyleri nin benzer olduğu görülmüştür. Her iki cinsiyette de posa tüketim düzeyleri ile zayıf, pozitif yönlü ve anlamlı istatistiksel ilişki bulunmuştur. Posanın bilinen sağlık yararlarına rağmen üniversite öğrencile rinin posa tüketim miktarlarının yetersiz olduğu belirlenmiştir. Bu dönemdeki beslenme alışkanlıkları yetişkinlik döneminde meydana gelebilecek kronik hastalıklar için risk oluşturmaktadır. Bu nedenle yüksek posalı besinlerin tüketiminin artışını destekleyen mesajların verilmesi ve öğrencilerin sağlıklı beslenme bilinçlerinin artırılması sağlanmalıdır.Öğe ÇEMEN OTU BİTKİSİNİN SAĞLIK İLE İLİŞKİSİ(2021) Canarslan, Büşra; Top, KübraBitki kaynaklı bileşikler, insan sağlığı üzerindeki sayısız olumlu etkileri nedeniyle son zamanlarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu bileşikler, yan etkilerinin minimum düzeyde olması ve insan sağlığı üzerindeki olumlu etkilerinden dolayı bilim insanlarının ilgisini çekmektedir. Bu bitkilerden çemen otu (Trigonella foenum-graecum Linn), Fabacaae familyasına ait, Doğu Avrupa ve Asya’nın çeşitli bölgelerine özgü, üç yapraklı, yaprakları 0,3-0,8 m yüksekliğe ulaşan, kısa ömürlü bir bitkidir. Üçgen şekilli çiçeklerinden dolayı Trigonella olarak adlandırılır. Asya, Afrika ve Avrupa’nın birçok yerinde gıda, çeşni, baharat ve yerli ilaç olarak yetiştirilmektedir. Çemen otunun fitokimyasal analizi; saponinler, steroidler, alkaloidler, flavonoidler, terpenler, fenolik asit türevleri, aminoasitler, yağ asitleri ve bunların türevleri gibi çeşitli ikincil metabolitlerin varlığını ortaya çıkmıştır. Diyet posası açısından iyi bir kaynak olan çemen otu tohumlarında çözünür ve çözünmez olmak üzere iki tip diyet posası bulunmaktadır. Çemen otunun sağlığı geliştirme ve hastalığı önleme özelliğinin içeriğindeki çeşitli fitokimyasallardan ve bu fitokimyasalların farmakolojik ve biyolojik aktivitelerinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Son dönemde yapılan in vivo ve in vitro hayvan çalışmalarında, çemen otunun antioksidan, antiinflamatuvar, antidiyabetik, antilipidemik, antikanser, antidepresan, antianksiyete, antibakteriyel, antifungal, hepatoprotektif, nöroprotektif, antiülseratif, antilitojenik ve galaktogog özelliklere sahip olduğu bildirilmiştir. Ayrıca çemen otu çekirdeği ekstresinin menopoz semptomlarını hafifletici etkileri de vardır. Bu derleme çalışmasında çemen otunun kimyasal yapısı, besin ve besin ögesi içeriği, akut ve kronik hastalıkların önlenmesi ve tedavi edilmesindeki rolünün incelenmesi amaçlanmaktadır.Öğe ANNE SÜTÜ ÜRETİMİNİ ARTIRAN BİTKİSEL GALAKTOGOGLAR(2021) Top, Kübra; Canarslan, BüşraAnne sütü, bebekler için en ideal besindir. Emzirme, çocuk sağlığını koruyan ve çocuğun hayatta kalmasını sağlayan en etkili yollardandır. Anne sütünün mama ile beslemeye göre hem kısa hem de uzun vadeli faydalarla ilişkili olduğu yıllardır bilinmektedir. Anne sütünün bilinen bu faydalarına rağmen bebekleri yalnızca anne sütüyle besleme fikrinin benimsenmesi zaman almıştır. Laktasyon hem anne hem de bebekle ilgili pek çok faktörden etkilenebilen bir süreçtir. Artmış obezite oranları, çocuk doğurma yaşının yükselmesi, sezaryen doğumların fazla olması gibi durumlar sonucunda laktasyon oluşumu zorlaşmaktadır. Bu durumlarda anneler genellikle süt üretimlerinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Süt üretiminin düştüğü ve farmakolojik yöntemlere yanıt vermeyen annelerde galaktogog kullanımı düşünülmektedir. Galaktogoglar, anne sütü üretiminin başlatılması, sürdürülmesi veya çoğalmasına yardımcı olabilen farmasötik ajanlar ve bitkisel takviyelerdir. Pek çok kültürde süt üretimini sürdürmek ve artırmak için çeşitli ot ve besinler kullanılmıştır. Galaktogoglar, anne sütü salınımına ve oksitosin uyarımına neden olmaktadır. Böylece miyoepitelyal hücreler kasılmakta ve depolanmış sütün kanallara ulaşımı sağlanmaktadır. Galaktogog olarak kullanılan otlar ve yiyecekler oldukça yaygındır. Bunlar çemen otu, sarımsak, dereotu, rezene, kişniş, karahindiba, devedikeni, keçi sedefi otu, yonca, yulaf, fesleğen, anason, kimyon, şatavari ve torbangun gibi bitkisel ürünlerdir. Bitkisel galaktogog kullanan emziren anneler, FDA tarafından düzenlenmiş ilaçları kullanırken gösterdiği özeni galaktogog kullanırken de göstermelidir. Galaktogoglar doğal ürün olarak tanıtılmış olmasına rağmen galaktogog kullanımının genellikle güvenilir olduğu düşünülmemektedir. Bu derleme çalışmasında galaktogogların ne olduğu ne işe yaradığı, fizyolojisinin nasıl olduğu, galaktogog olarak kullanılan ürünlerin neler olduğu ve galaktogoglar konusundaki güncel literatürün tartışılması amaçlanmaktadır.